MEVLANA VE İNSAN SEVGİSİ
|F. Saadet Bilir
İçel Sanat Kulübü, Eylül 2005, Yıl:16, Sayı:137, Sayfa: 13-15
“Âlemin bal şerbetinden bana ne?
İşte önümde benim ayran tasım.
Ne malım mülküm var, ne ağızım,
Ben gene de senin azığın olsun diye çalışırım,
senin başını sokacak bir yerin olsun diye,
senin bir dikili ağacın.
Ama hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam!” diyerek toplumcu dünya görüşünü belirten Mevlânâ’nın, 30 Eylül 1207’de Belh’te doğduğu, 17 Aralık 1273 yılında 44 yıl yaşadığı Konya’da öldüğü biliniyor. Annesi, Mader-i Sultan olarak anılan Mümine Hatun; babası, Sultan-ul-ulema Muhammed Bahaeddin Veled’dir.Bilgisini babasına borçludur.Onun ölümünden sonra, Tirmizli Seyyid Burhâneddin Muhakkik, Mevlânâ’yı manevi terbiyesi altına almıştır.Onun önerisi ile Halep ve Şam’a gitmiş, medrese eğitimi görmüştür. Hocasının ölümünden birkaç yıl sonra, Tebrizli Şemseddin Muhammed Konya’ya gelmiş, Mevlânâ ile buluşmuş, bu olay Mevlânâ’nın yaşamında büyük değişikliklere yol açmıştır.
Yaşamının büyük bölümünün geçtiği Konya’yı dünyaya tanıtan, duyuran Mevlânâ’nın büyüklüğü, sözü ve özünün bir olması, insanı, insan ruhunu derinlemesine işlediği şiirlerinde- kimi sufilerde olduğu gibi- tasavvufu bir egoizm olarak yansıtmaması, engin bir insan sevgisi ile dolu olmasındandır. Bencillik ve kişisel çıkarlardan uzak, halk ve toplumla bütünleşen, kötülüklerden arınmış bir tasavvuf anlayışına sahiptir. Düşünceleri ile geçim sağlama yolunu seçmediği için, tasavvufçularla uzlaşamamış, anlaşamamıştır.
O, tüm din ve mezheplerin, insanın değerini en yükseğe çıkarmak, onu olgunlaştırmak için bir araç olduğunu söyler. Bundan dolayı Mevlânâ’nın çevresinde ve meclislerinde faklı din ve mezhepten insanlar da çoktur. Ona göre, gidiş yolu değil; varılan son nokta önemlidir.
Yolundan-davasından döneni ben olsam vurun, bakış açısı ile benden olmayan, benim gibi düşünmeyen kişilere yaşam hakkı tanımayan, günümüzün bir takım aymazlarının,
“Gene gel, gene.
Ne olursan ol,
ister kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta.
ister yüz kere tövbe etmiş ol,
ister yüz kere bozmuş ol tövbeni.
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
Nasılsan öyle gel.” diyerek hoşgörüyle herkesi kucaklayan Mevlana’dan alacak çok dersleri olmalı.
Eski Yunan ve İran mitolojisini, tefsir, hâdis, kelam, mantık tasavvuf, tek ve çok tanrılı dinleri, eski uygarlıkları özümseyip idealizme ulaşan Mevlânâ, yaşadığı toplumu ve şiirini tüm insanlığı kucaklayan bakışla yazmıştır. Halk gibi duymak, halk gibi düşünmek ve bunları kendi felsefesiyle yoğurmak, onun şiirlerinin ana kaynağıdır.
Divan’da ve Mesnevi’de halkın psikolojisine uyan hikayeler ve atasözleri halk diliyle anlatılır.Bu nedenle Mesnevi’de “ Benim beytim beyit değil, iklimdir.Benim alay edişim alay değildir, bir şey öğretmektir,” der.Bu sözleriyle O, açık anlattığını ve halka seslendiğini belirtmektedir.
Tüm eserlerini Farsça yazmış olması, onun kendi tercihidir. Ama zamanının Farsça halk dilini en anlaşılır biçimde kullanmıştır. Yaşadığı dönemin, İran ve Doğu şiirinin bilgesidir O. Aradan geçen zaman, Mevlânâ’daki, düşünce felsefesinin, insan sevgisinin derinliğini unutturamamış.Tersine okudukça, irdeledikçe şimdi bile alınacak çok ders var şiirlerinde.
Mevlana, salt akla dayandığı, düşensel değerler işlediği, insanlığa manevi değerler vermediği için Yunan felsefesine uzak durmuştur; İslam felsefesine karşı duruşunun nedeni de salt maneviyatı işlemesidir.Onun gerçekliği ve mekan anlayışı, insanın gönlü ve canıdır.
“Tanrı yoksulları doyurun diyor amma sen bunu kazanın da doyurun diye oku,” demektedir.
“sabredin buyurdu amma bir istek olmalı ki sabredesin , ondan yüz çeviresin. Yeyin emri şehvet için tuzaktır, israf etmeyin emriyse temizlik,”tir diyen Mevlâna, doğal olmayan inanışları benimsemez; insanı zaafları ve bütün yönleri ile insan olarak kabul eder.
O, insanları yaş, cinsiyet, toplumsal kimlik, din ve mezhep ayırmadan kucaklayan, evrensel bir yaşam felsefesine sahiptir.
“ Bir gün, yolda oynayan çocuklar, Mevlânâ’yı görünce secde ederler.O da onlara secde eder.İlerde oynayan bir çocuk, bağırır:
-Dur, oyunum bitsin, ben de gelip secde edeyim!..
Mevlânâ, çocuk gelene değin bekler ve karşılıklı birbirlerine secdeye kapanırlar.”
Yüce Atatürk gibi geleceğin büyükleri olarak gördüğü çocuklara gösterdiği saygı, yukardaki öyküden de anlaşılmakta.
Mevlânâ’ya göre aşk, olgunluğa erişmiş insana bağlılık ya da kendi olgunluğunu o kişide görmektir.Bu gerçekleşince duyulan sevgi, dünyaya, bütün insanlığa, bütün canlılara yayılacaktır.
“Benim istediğim sevgili
Gökleri mendil gibi dürmeli
Güneşi kandil gibi asmalı
Dünyamız aydınlanmalı
İnsanlık mescidiyim ben.”
Bu şiir, Mevlânâ’nın sen ben kavgasından uzak, evrensel değerleri benimsediğinin en açık göstergesi değil mi?
Kutbettin Haydar, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve Horasan erenleri, Rum erenleri, birçok Bektaşi azizleri aracılığıyla Anadolu Türk halkına aktarılan; Hacı Bektaş Veli zamanında da Şems-i Tebrizi kanalıyla Mevleviliğe geçen Semah(Sema), Mevlânâ’da insanın korkulu rüyalardan, güllük gülistanlık bir yerde kazanca uyanmasıdır.Ona göre, zindanda uyanan elbette ziyandadır ve uyanmayı istemez. Güllük gülistanlık bir yerde uykuya dalan ise zevk için uyanır, görmekte olduğu korkulu rüyalardan kurtulur.Kendi aslını görmeyen ay yüzlü sevgiliyi seyredemeyen kişiye , müziğin, tefin ne faydası var. Müzik, düğün dernek yerinde olur, yas evinde değil. Ancak Mevlânâ’nın seması, İslami olmadığı kadar insanidir.Onu, belki de sevimli kılan, günümüze kadar taşıyan olgu bu insansal yandır.
Hazıra konan, anlama algılama yetimizi geliştirmeyen, ezberci eğitim anlayışımızdan çok farklı bir görüşü var bilgenin. Mevlânâ, insanların kolaycı olmalarına karşıdır.Onların anlama yetilerini geliştirmelerini ister.Bundan dolayı O, sözlerinin sonunu getirmek yerine okuyanın anlayışını geliştirmesi için düşünmeye yönelmesini önerir.
Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte, ben senim işte.
Küreselleşme aldatmacasıyla, Ortadoğu’yu, dünyanın birçok bölgesini sırf çıkarları için kan gölüne çevirenlere dokuz yüz yıl önce sormuş, büyük düşünür.Ne diye bu hır gür? Paylaşamadığımız ne?Dostça, kardeşçe yaşamak; güzel işbirlikleri ile dünyayı aydınlatmak dururken bu geçimsizlik, ölüm kıyım neden?
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.
Hoşgörülükte deniz gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Mevlânâ’nın bu yedi öğüdünü yerine getirebilirsek; toplum içinde aranılan, düşüncesine değer verilen, saygı gösterilen bir bilge kişi olabiliriz .
Prof. Annamerie Schımmel, “Anlamıyorum Türkler, niçin Batı’ya yönelmek gerekliliğini duyarlar; Mevlânâ gibi insanlığa yol gösteren bir ışık varken.”diyor. Başkasına özenmeyi bırakıp, kendimizi, kültürümüzü, yetiştirdiğimiz değerleri genç kuşaklara tanıtmaya başlasak diyorum, daha fazla gecikmeden.
Kaynakça:
1-A.Kadir: “Bugünün diliyle MEVLÂN” İstanbul, Say Yay., 1985.
2-Yeşildağ, Yılmaz: “MEVLÂNÂ YAŞAMI VE ŞİİRLERİ, İstanbul, Gün Yayıncılık, 2000.
3-Sümer, Ali: “Semahlar”, Hacıbektaş Dergisi, yıl:12,Sayı:81, Mayıs-Haziran 2005:17-19.