KENDİ ANLATIMIYLA YAŞAR KEMAL
|Şiir, hikâye, roman, röportaj türündeki yazınsal yapıtlarıyla Çağdaş Türk Edebiyatı’nın doruklarından biridir, Yaşar Kemal. Onun bilmediğimiz yönlerini kendisinden, kendi anlatımından yola çıkarak öğrenip tanımanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öyle ki yazarın yazınsal dünyasını besleyen yaşam koşullarını, olay, olgu ve gerçekleri çocukluk günlerinden başlayarak tanıyan okurun o yapıtları yeni bir gözle değerlendirip alımlama şansı olacaktır. Bu bağlamda, çocuk Kemal Sadık Gökçeli’nin anlattıklarından yola çıkarak onun yaşamının kıyı köşesindekileri, yetişme koşullarını öğrenince herkes yazar olabilir ama İnce Memed yazarı, dev çınar Yaşar Kemal olamaz diyesi geliyor insanın…
Başına buyruk bir çocuk olan Kemal Sadık eve de, köye de başkaldıran, sıkılınca, kaçma düşleri kuran ve kaçan, günlerce akraba evlerinde kalan, hastalandığında ya da canı isteyince köye geri dönen, hep kendi sultanlığında yaşayan, çocukluğunu kaçmakla geçiren biridir. Köyün dışında farklı dünyalar olduğunu düşler o, bu dünyalardan korkar, ama kaçar sürekli. Çocukluğundan bu yana hep kendi başına buyruk, özgür, bağımsız olma yolunu seçer.
Bir şeyler yapmaya, daha çok kendini göstermeye çalışan, yaptıklarıyla övünen, hiçbir zaman kendine yetmeyen, doyumsuz bir çocuktur. Övünme huyunun, şimdi bile ara sıra ortaya çıktığını söyler.
Çukurova’da çok karanlık gecelerde bile, yanından geçtiği tarlada kokusundan, ne ekildiğini anlayabilen Kemal Sadık, ekinlerin arasındaki o baş döndürücü kokulu otu koklamak için, harmanda sıcak dinlemeden saatlerce çalışır, ailedekiler onun bu çalışma istek ve direncine şaşar kalırlar…
Onu tanıyanlar utangaçlığının farkına varamasalar da, kendini gizleme ustası olduğunu, anlatma isteğinin kökeninde, utangaç kişiliğinin yattığını düşünür. Kendini saklayan, kesin konuşmayan, içten içe okşarcasına gülen, alttan alta işleyen mizahi yanı ile oldukça yumuşak görünüme sahip olsa da çok sert, hep burnunun dikine giden bir kişiliktir Kemal Sadık.
Dört buçuk yaşındayken camide babası, Van’dan gelirken ölümden kurtarıp büyüttüğü Yusuf tarafından gözlerinin önünde yüreğinden bıçaklanıp öldürülünce çok etkilenir, kekeme olur bir süre. Babasının katilini bile anlamaya çalışan Kemal Sadık, kimseden nefret etmez, olay ve olgulara hoşgörüyle yaklaşır.
Düş kurmayı her şeyin üstünde tutar, kendinin çok tembel, yazmanınsa çok zor olduğunu söyler. Böylesine üretken bir yazarın çok zor yazdığını belirtmesi ilginç ve çarpıcıdır.
Şimdiye kadar türlü belalardan geçtikten sonra yaşayabilmesini iyimser huyuna bağlıyor yazar. Buna karşın Türkiye’nin yakın geleceğini de pek parlak görmediğini söylüyor.
Çocukluğunda çok masal dinlediğinden olsa gerek, işi gücü hayal kurmaktır onun. Kurduğu hayallerin içinde yitip gider. O dünyadan ayrılamaz bir türlü. Çiçekler, böcekler aklını başından alır, dalar gider. Duyduğu masalları, kendi hayal dünyasında harmanlayıp zenginleştirerek çocuklara anlatmaya bayılır.
Bir kilimi, demirci ocaklarını, marangozların uğraşlarını ve kuşları gözünü dikerek saatlerce izlemek en belirgin huyudur. Dünyaya hiçbir şey yapmadan seyretmeye gelmiş gibi duyumsar kendini.
Çukurova, o yıllarda sıtma, sinek demektir. Huğdan kulübelerde hayvanlarıyla iç içe yaşanan yoksulluk demektir. Çamur gibi akan Ceyhan’dan küplere alınıp saatler sonra içilebilen su; Kurban Bayramlarında evlere giren et ve buğday çorbası ile geçen bir yaşam…
Toros Dağlarının ardına, Anadolu’ya duyulan özlem. Bu cennetin aslında kendi yurtları, Çukurova olduğunun ayrımına varış…
Çok küçükken, köydeki kızların, köye gelen âşıkların söylediği türküleri dinledikçe o da türkü söylemeye başlar. Kayalıklara çıkar, doğadaki varlıklara uydurduğu türküleri söyler sürekli. Destan anlatıcılarını sabahlara kadar dinler. Sonraları kendisi de başka köylerde anlatmaya başlar bunları, kimsenin varamayacağı mutluluğa erdiğini, mitlerin yaratılmasının tanığı olduğunu dile getirir.
Karacaoğlan, Dadaloğlu, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Abdale Zeyniki gibi Nâzım Hikmet’le de küçük yaşta tanışma ve hayran kalış. Çok etkilendiği Karacaoğlan, Nâzım, O. Veli’nin bütün şiirlerini ezberleyiş. Sait Faik’in anlatış biçimine hayranlık…
Şiir yazmaya yedi sekiz yaşlarında başlayış…
16-17 yaşında folklor çalışmaları; Karacaoğlan, Dadaloğlu ve öteki halk şairlerinin bilinmeyen şiirlerini arayarak buluş; o zamana değin derlenmeyen ağıtların kitaplaştırılması…
17 yaşından sonra Batı Edebiyatı’yla buluşma. Çehov, Stendhal, Dostoyevski’yi çevirilerinden okuyuş, onları da destanlar, Karacaoğlanlar gibi özümseyiş. En çok da Çehov’a hayranlık duyuş…
Fransız şairi A. Rimbaud’nun hayranı Arif Dino ile onun çevirdiği şiirler üstüne konuşmaları…
1946 yılında ilk hikâyesini yazana değin dağarcığını epeyce dolduran Kemal Sadık’ın, asıl amacı yeni bir anlatım biçimi, yeni bir dil bulmaktır. Büyük şair ve yazarların hepsinin yalın, dolaysız konuşmalarını algılayış…
1950’de Kadirli’de hapse atılır. Adana’da bir çocuk komünist propagandası yaparken yakalanır. Sıkıştırılınca bildiği bütün isimleri sayar, komünist partisi kurucuları olarak. O cuma günü halkın miting yapacağı, hapishaneyi basacağı, Kemal Sadık’ı linç edeceği dedikodusu yayılınca kendisini üst kata alırlar. Mitingdeki halk yeri göğü inleterek hapishaneye akın eder, Kemal Sadık, ellerine geçse linç edilecektir. Kozan ağır cezasına sevki sırasında yolda öldürülmemesi için, anası başta olmak üzere kendisini orada ziyaret etmeyen akrabaları da onunla yola düşer Kozan’a kadar. Aklanıp çıkarken hapishane müdürü, odasında Bebek öyküsünü eşinin ve kendisinin beğendiğini, Çukurova’da kalmamasını, burada onu öldüreceklerini söyler.
Kadirli’de jandarmalar ikide bir evi basar, alt üst eder, un çuvallarına kadar bakar, yazılı olsun olmasın bütün kâğıtları alıp götürür. Folklor derlemelerinin büyük kısmı böyle gider. Demir Çarık adlı uzunca bir romanı da alırlar. Anımsayamadığı birçok yapıtı jandarmalara yem olur. Sonraları her yazısını üç kopya yazıp her nüshayı bir arkadaşının evinde sakladığı için Sarı Sıcak kurtulur.
Yaşamını kazanmak için pirinç tarlalarında su bekçiliğinden, traktör şoförlüğüne, kütüphane memurluğundan öğretmen vekilliğine, pamuk toplayıcılığından batöz ırgatlığına, biçerdöver sürücülüğüne, tabelacılığa, arzuhalciliğe, havagazı sayacı okuyuculuğuna kadar pek çok işe girer. Ama tek amacı yazmaktır onun. Yaptığı bu işler doğayı, yaşamı, yöre köylülerini, kent insanını tanımasında kendine yol gösterici olur.
Düşüncelerinden, davranışlarından dolayı başına gelmedik kalmaz. Çalıştığı her yerde polis arayıp onu bulur, işten çıkarılır sürekli. Çukurova’daki yüklenmeler sonucu sinirleri bozulur, bu ruh durumu beş yıl kadar sürer. Jandarmanın yaptığı işkenceyi uzun yıllar en yakınlarına bile anlatamaz. 1957’de sosyalist birinin romancı karısına yapılanları duyup öğrenince kendisininkinin bir okşama gibi kaldığını düşünür. En uzun süre Cumhuriyet gazetesinde, o da adını değiştirip kurnazlık yaparak çalışabilir. Gazeteden çıkarıldıktan sonra yalnızca romanlarının geliriyle geçinecektir.
Adana’da sürgündeki Arif Dino, Abidin Dino ve eşi Güzin Hanım ile buluşması, Ramazanoğu Kütüphanesi’nde çalışması onun için bir şanssa; Kayseri’de hastane başhekimi ile tanışması ikinci şansıdır Kemal Sadık’ın.
Askerliğini er olarak Kayseri’de yapar. Askeri hastanenin başhekimi, Sivas Kongresi’ne okuldan kaçarak gelen iki tıbbiyeliden biri olan Dr. Yusuf Balkan’dır. Başhekim Nâzım Hikmet’in bütün şiirlerini ezbere okuyan bir edebiyat tutkunudur. Şans bu ya, Mehmet Ali Aybar da Kayseri’de askerdir o sıralar. Kemal Sadık’ın şiirlerini Yusuf Balkan’a vermiş, ardından onları tanıştırmıştır. Böylece Yaşar Kemal, yasaklı N. Hikmet’in tüm şiirlerini elde etme olanağı bulur. Onun Türkçeyi güzelleştirme, dilimizi yeniden yaratma, zenginleştirme çabasından etkilenir.
Başhekim kendisini Talas’a gönderir. Orada tanıştığı iki üniversitelinin yazlık evlerinin zengin kitaplığı, önüne açılan hazinedir. Adana Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde okuyamadığı kitapların büyük bölümünü de askerliği bitene değin burada tamamlar. Sinir sisteminin bozukluğu da burada geçer.
Homeros’u, Cervantes’i, Shakespeare’i, Moliere’yi okur, Charlie Chaplin’i tanır. Edebiyat bilinci geliştikçe, ne yapması gerektiğini anlamaya başlar. Özellikle Çehov’un sanat anlayışı, onun dünyaya bakışı kendisini ilgilendirir. Charlie Chaplin’i de Çehov’la bir tutar.
Zola, Balzac da Türkçeye çevrilmiş yazarlardır. Germinal’in o yıllar çok sayfasını ezberler. Stendhal’e ne kadar hayransa, Zola’yı da o kadar sevmez. Yalnız onun kişiliğine büyük hayranlık duyar. Profesyonel destancılar geleneğinden geldiğini vurgulayan Yaşar Kemal, Homeros ve Stendhal’ı bu nedenle beğenmektedir. Dumas, V. Hugo, Gorki, Gogol, Şoholov, Dostoyevski, Dickens de onun önemli yazarlarıdır.
Sefiller’e eş tuttuğu kitaplardan birisi de Gogol’ün Ölü Canlar’ıdır. Don Kişot kitabı elinin altındadır zaten. Arif Dino kendisine üç tane Don Kişot armağan etmiştir, yeniden yeniden okuması için. Amerikan yazarlarından da etkilenir, ama ille de Çehov. Büyük bir doymazlıkla ustaları okuyup anlamaya çalışır. Kitaplar, yazarlar üstüne sayısız düşünceler geliştirir. Ama ustaları olarak kendi toprağının sözlü edebiyatını görür.
Hep yazmak isteyen, kendini bunun için hazırlayan Yaşar Kemal, okuyarak dağarcığını zenginleştirip geliştirirken, doğayı, doğadaki varlıkları çocukluğundan beri gözler, insanları da tanımaya, incelemeye önem verir.
Kendisine hikâye, roman yaz diyenlere, daha o bilincinin oluşmadığını, yazacak kadar bu sanatı öğrenmediğini söyler. Öğrendiğinde de yazmaya başlar. Yazmadan önce roman ve hikâye üstüne çok düşünür; önüne gelenle, özellikle de Arif Dino ile günlerce konuşur. Yazmaya bilinçle hazırlanır, bunu anladığında da işe koyulur. Bir düzyazıda, şiirde, bir anlatıda dilin nasıl geliştirilmesi gerektiği üstüne çok kafa yorar. Bir dil, bir dünya demektir, ona göre.
En büyük düşü, bir bilim adamı olarak doğu dünyasının folklorunu, etnografyasını araştırmaktır. Ancak kendisini Çukurova tarlalarında bulur.
Yaşamı boyunca tek düşü biraz daha güzel yazabilmektir. Hikâyeden, şiirden romandan başka bir şey düşünmez. Politik yaşamı bile edebiyatla ilişkilidir. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımını gerçekle bütünleştirebilmektir amacı.
Cumhuriyet gazetesindeki işini kaybetmemek ve gazete yönetimini sıkıntıya sokmamak için adını değiştirerek insanlara yalan söylediğinden dolayı, kendini suçlar. Adana’da Türkçe öğretmeni ile karşılaştığında gazetedeki Yaşar Kemal’in kendisi olduğunu söyleyemez.
Cumhuriyet’teki röportajları1 onun romancılığı kadar önemlidir bana göre. Röportajlarında Güneydoğu Anadolu’daki kaçakçılardan, Erzurum’daki depremzedelere, Van’da mağaralarda yaşayanlardan, İstanbul balıkçılarına, orman köylülerinden, sahaflar çarşısına, peri bacalarından, çinilerinin en yoksul evde bile kullanılmasını isteyen sanatçılara değin pek çok konuya, soruna dokunmuş, 1950-1973 yılları arasındaki Türkiye gerçeğine el atmıştır. Yaşar Kemal her röportajını gittiği yörelerde günlerce kalıp o insanlar gibi yaşayarak yazmıştır. O yapıtların güzelliği, niteliği ve önemi buradan gelmektedir.
Çocuklar İnsandır2 adlı kitabında, günümüzün de çok önemli yarası, sokak çocuklarının sorununa 1975 yılında eğilmiş, geleceğimiz olan çocuklarımızı koruyup kollamamız gereğini yazmıştır. Yazar, gazetedeki röportajlarıyla okurun dikkatini toplumsal konulara çekmiştir.
Olanağı olsa, belki romanlarını, hikâyelerini de yazmaz hep onlarla birlikte yaşamayı düşünür. Bu bağlamda, kafasında kurduğu ama hiç yazmadığı, yıllarca birlikte yaşadığı çok romanı olduğunu söyler. Ayrıca, sanata özellikle romana kesin kurallar koymanın doğru olmadığını, bunun yıkım olduğunu belirtir.
Ona göre, insanın sahip olduğu en büyük değer yaratıcılığıdır. Bunun var olabilmesi için de insanın ve ülkelerin bağımsızlığı, bireyin kültürel özgürlüğü baş koşuldur. İnsanoğlu doğayı, evreni, neyi merak etmişse neyi bulmak istemişse hep bu yaratma isteğine başvurmuştur.
Dilinin, romanlarından daha önce olgunlaştığını, kendini daha bir roman ustası sayamadığını, istediği romana bir türlü ulaşamadığını belirtir.
Folklorist olduğunu söyleyen Yaşar Kemal, tortular ülkesi, Anadolu köprüsünden gelip geçen uygarlıkların kendi düş dünyasını da zenginleştirdiğini belirtmektedir. Düş dünyasını yaratırken, toprağını da romanlarının ülkesi yaparken, kanılarını dünyaya kattığını, düşüncelerinin tutsağı olmadan özgür düşünmeye çalıştığını söyler.
Kendisini sosyalist militan ve Marksist olarak tanımlayan Yaşar Kemal, Marksizm’i, bireyin kurtuluşu insanlığın özgürleşmesi olarak değerlendirir. Kendi edebiyatının angaje edebiyat olduğunu, yapıtlarının da başka türlü olmayacağını belirtir. Partizan bir yazar olarak tanınır ve suçlanır. Gençliğinde öfkeli militanlığının yansız davranmasına engel olduğunu söyler.
İnce Memed’in yayınevi, ‘En İyi Roman Ödülü’nü başlatır ve seçici kurul, en büyük romancı, eleştirmen, şairlerden oluşturulur. Oyların çoğu Yaşar Kemal’e verilince yayınevi sahibi, iyi niyetli biri olduğu halde baskılara dayanamaz, bu ödülü kaldırır. Sarı Sıcak da aynı yayınevinden çıkmıştır aslında.
Ünlü bir yazar olmak, büyük sorumluluklar yükler insana, ülkedeki geleneksel faşizmi kırmakta halkına yardım etmesi gerektiğini, antidemokratik hareketlere, işkenceye, hapishanelerin temerküz kamplarından daha da beter yönetilmeye karşı çıkmak zorunda olduğunu, “Biraz daha biraz daha, azıcık da olsa demokrasi,”3 diyerek belirtir.
İnsanların sömürülmesi, açlığı, çalıştıkları halde kazanamamaları, onu derinden yaralar, insanlığın bu inanılmaz kötü, adaletsiz durumuna baş kaldırır. İnsanın eşitliği, ezilmemesi, aşağılanmaması onun için kutsaldır. Bunun için bütün zulümlere, ölümlerle karşı karşıya gelmelere pek aldırmaz.
Dünya çok zengin olduğu halde, insanların büyük bölümünün yoksulluk içinde yüzmesi, insanlığın utancıdır; bir insanın başkasını aşağılamasını, bir ülkenin bir toplumu aşağılaması olarak görür, Yaşar Kemal. Günümüzdeki doğanın yok edilme manzarası da bunun içindedir.
“Eğer bir kıtanın edebiyatı, özgünlük gösteremiyorsa o kıtada kişilikler fakirleşiyor, ölüyor demektir. Kişiliksiz kişilerin de edebiyatı yavan ve kişiliksiz olur elbet,”4 diye belirtir. İlintili olarak, “Bir batı öykünücülüğüdür almış başını gidiyor. Batı kültürünü özümsemek başka, batı kültürünün maymunu olmak başka. Biz iki yüz yıldır batıya öykünüyoruz. Bunun için de yaratamıyoruz. M. Kemal çağında kendimize kültürümüze dönüş başladı. Şimdiyse bu kültüre ve temelimize sırtımızı döndük ,”5 değerlendirmesini yapar.
Roman ve hikâyelerini kafasında kurduktan, yıllarca işleyip olgunlaştırdıktan sonra yazmaya başlar. Romanlarını sabah ve öğleden sonra kilometrelerce yürüyerek düşünür, kurar ve yazar. Roman veya hikâyelerini birkaç kez yazıp olgunlaştırır. Hiç not alma alışkanlığı yoktur.
Sanatta bütün yeniliklere açık bir insan olduğunu ve aynı biçemde yazmanın onu bıktırdığını söyler. Amacı, bir düş dünyası, bir anlatma dünyası kurmak başka bir şeyler yapmak, bu dünyayı sözle gerçekleştirmektir. Bu profesyonel bir uğraştır. Romanlarındaki kişilerin hiçbiri, olağanüstü kişiler değil, doğal insanlardır. Coşkulu anlatımı olağanüstülük kazandırmıştır onlara. Çok insandan örnek aldığını; ama bütün insanlarını kendisinin, bilinçli olarak yaratmaya çalıştığını vurgular.
Eski destancıların soyundan geldiğini belirten yazar, “Destancıların dinleyiciler için söylediğini unutmamalı,”6 der.
İlk önceleri yazdıklarının, baskılardan dolayı yayımlanacağını bile düşünemez, yayımlanması bir düştür, onun için. Bebek hikâyesi, ağır cezada yargılanırken suç delili olarak duruşmada okununca yargıcın ve dinleyicilerin çok hoşuna gider. Aynı öyküyü Yaşar Kemal, okuma-yazma bilmeyen kadınlara okuduğunda da sevdiklerini belirtir.
Okuyucuya ulaşmak için yazmayı hiç düşünmez. Hangi insanların kendisini okuduğunu, sevdiğini de bilmediğini belirtir. Onları görmeden düşünmeden yazar. “Okuyucu kim, bütün insanlık mı? Onun neyi seveceğini nereden biliyorum. Benim işim şu büyülü dünyayı, dünyadaki olanı biteni anlatmak,”7 der. “Sözün büyüsü üstüne, daha büyüleyici bir büyü tanımıyorum,”8 diye belirtir. Yanı sıra, “Modern romana eğer katkılarım olmuşsa, onu yeni bir biçimde dile getirmemdir,”9 der.
Amarikan Fox şirketi İnce Memed romanını film yapmak için satın alır. 1965’te Stanley Mann senaryoyu yazar. Josep Losey de filmi çekecektir. Ama sansür filmin Türkiye’de çekilmesine izin vermez. 1978’de, yapımcı Peter Ustinov filmi Türkiye’de çekmeye karar verir. Ecevit hükümeti de izin vermez nedense. Peter Ustinov bu filmi Yugoslavya’da Türk bölgesinde çeker. 1980’li yıllarda birçok ülkede oynamaya başlar. Özal hükümeti de filmin Türkiye’ye girmesini yasaklar.
Bilge yazar Yaşar Kemal‘in sözüyle: “İnsanoğlunun mayası aydınlık ve umuttur. Mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var!..”10
(Yaşar Kemal Çukurova Ödülü 2015 kitabındaki yazı)