HAYATIN CİLVELERİ
| M. Ali SULUTAŞ*
Atkestanesini (hintkestanesini) hep severim; aldatıcı olduğu için değil de insanın yanılmasını ortaya koyduğu, ışıl ışıl içini dışına vurduğu ve göründüğü gibi olduğu için. Koruyucu kabuğunun dış yüzeyi fazla acıtıcı olmayan dikenlerle bezelidir. Koruduğu meyvenin güvenliğini sağlama almak için olsa gerek bu duygu ve uygu. (Yeni bir sözcük mü türettim?)
Kaplumbağadan söz etmeye gerek duymadan, kirpinin kendini korumasına benzetiyorum, kestanenin kendini koruma yöntemini. Ancak bir fark var bu kıyaslamada; kirpi düşmanıyla karşılaştığında, ya da tehlike içinde olduğunu sezdiğinde, sırtını kaplayan oklarını düşmanına atarak korur kendini. Kestanenin korunması ise daha çok edilgindir, dokunulunca ele batar…
“Kestane kebap, yemesi sevap” tekerlemesinde olduğu gibi, kış günlerinin aranan meyvesi olan kestaneden de söz edelim iki satır. Yediğimiz bu kestane meyvelerinin üzeri de dikenli bir kılıfla örtülüdür. Kerestesinden de yararlanılan Anadolu kestanesi yaklaşık 30 metre yüksekliğe varan boyu ile geniş taçlı yapraklı ve uzun ömürlü bir ağaçtır. Çiçekleri arıların önemli bir uğrak yeridir. Amerika, Çin, Japonya kestane üretiminde hatırı sayılır ülkelerden. Közde patlatarak, ızgarada çatlatarak, Bursa’da ballandırarak keyifle yediğimiz kestane meyvelerinin anaları olan ağaçlar Anadolu’da ne yazık ki, bilinçsizce yok edilmektedir.
Kanada’dan bir gelişimde, 1986 yılının Ocak ayında, Mersin’de gümrük danışmanlığı yapan, çocukluk ve okul arkadaşım, akrabam, rahmetli Ömer Bilir’i, bir arkadaşımdan öğrendiğim ve Yaşat İşhanı’ndaki işyerinde ziyarete giderken, bina giriş kapısında mangalda çatlatılıp patlatılan kestaneden bir torba dolusu alıp da öyle çıkmıştım yukarı. Giriş odasındaki çalışanlarına, “Ömer Beyle bir gümrükleme işi için görüşmek istiyorum,” deyince beni, Atatürk Parkı’na ve Akdeniz’e bakan geniş pencerenin berisinde dosyalar yığılmış bir masanın arkasında oturan Ömer Bilir’le buluşturdular. Yaklaşık 30-35 yıl görüşmediğimiz için onun beni tanımasını beklemezdim. Öyle de oldu, beni tanıyamadı…
Ömer ayağa kalktı, selamlayarak güçlü bir şekilde elimi sıktı. Ben adımı vermeden, bir yük ve gümrükleme işi uydurdum kafamdan ve döktürdüm, bilmediğim bir konuda. Ama hiç açık vermedim. Sıcacık ‘kestane kebap’tan ikram ettim kendisine ve çalışanlarına. Çaylar geldi, kahveler gitti. Henüz gümrükleme konusuna giremedik. Ömer meğer kestane üretimine kafa yormuş. Toroslar’da, memleketi olan Gülnar’da yetiştirmek için araştırma yaptığını anlattı.
Ben biraz Karadenizli süsü verdim kendime. Belki benim kestane konusunda bilgi sahibi olduğumu sandı, sorular sormaya başladı. Bilmediğim konuda doğru yanıt veremeyeceğimi anlayınca, söyleşimizi sulandırmaya başladım. İlgisini ve yoğunluğunu hafif konulara, gençlik yıllarına doğru geri çekmeyi başardım. Ciddi bir işyerinde, ciddi bir gümrük danışmanıyla ciddi ciddi konuşan, kimliği belirsiz bir adamdan böyle bir çark edişe pek akıl erdiremedi Ömer, başta. Ama yavaş yavaş alıştırdım onu, askerlik, öğrencilik muhabbetine…
Fazla zorlamak da istemedim Ömer’i ve ipuçları vermeye başladım. Sonunda gürledi:
“Sen misin yoksa Mehmet Ali!..” Gülücükler arasında, sevinç gözyaşları eşliğinde kucaklaşmış, kestanemizin de tadına varmıştık…
Önce benim ailemin sonra onun ailesinin nasıl yaya olarak Gülnar’dan Silifke’ye gelişini,
yer-yurt tutuşlarını, yokluk-kıtlık yıllarını, okul anılarımızı, benim neden yürümeyip hep koştuğumu, üniversite ve askerlik öykülerimizi, onun aile yaşamını, benim bekar mı bekar Kanada anılarımı, kazanımlarımızı, yaptıklarımızı, yapacaklarımızı anlatıverdik birbirimize. Ömer yok artık aramızda ama özgün kişiliği yaşıyor belleklerimizde…
Şimdi iki satır da bir yazardan ve onun bir kitabından söz edelim:
Dün, dumanı üstünde, çiçeği burnunda, güzel kokulu ve alım alım alımlı, karşımdaki raftan bana bakan bir kitap aldım, Silifke’de, Yaşar’dan. Sevinçli bir çığlık atmaktan zor alıkoydum kendimi. Yazarı da hiç yabancı değildi bana ve benim gibilere. Yakında ünleneceğini umuyorum, çiçeği burnunda Mersin Üniversitesi öğretim görevliliğinden ve Gülnar Meslek Yüksek Okulu müdürlüğünden emekli olan F. Saadet Bilir’in. Yarın, Mersin’de Kitapsan’dan bu kitaptan iki tane daha alıp, Kanada ve Avustralya’daki dostlarıma göndereceğim…
Baktım, o kestaneyi yerleştirdiği kapak düzenini de üstlenmiş dizgi ve düzenlemeyi yaparak kitabı ve yazarı da tanıtan dostumuz Ümit Sarıaslan. Yine hiç yabancısı olmadığımız Kitapsan’ın bir yan kuruluşu olan Etik Yayınları buluşturuyor bu özenle hazırlanmış özgün kitabı okuyucularla. Bu kitaptaki ‘Anadille Eğitim’ yazısını ikinci kitabıma alacağım…
Bir çeyrek günde bir çeyrek sayfasını ilgiyle okuyuverdim bu 204 sayfalı “HAYATIN HALLERİ” kitabını. Kitabın kapağında çatlamış ya da taklamış kabuğu içinde pırıl pırıl, ışıl ışıl kızıllığını yansıtan bir kestane. Koruyucu kabuğu dikenli olsa da, dış görünüşü sert gibi algılansa da, bıçakla biraz çizildikten sonra ateşte pişirilir veya suda haşlanırsa, yumuşak huylu bir meyve oluveriyor ağzımızda. Allah ağız tadımızı bozmasın!..
Usta bir Türk Dili öğretmeni olan Saadet Bilir, ağırlıklı olarak eğitimci gözüyle irdelediği konulara ilişkin yorum ve düşüncelerini aktardığı ve yıllar boyu değişik yayın organlarında yayınlanan yazılarını bir araya getirmeyi ve okurun dikkatini çekmeyi başarmış.
Yazarın ilk kitabının kapağında ise hem gül, hem nar ve hem de bizim Gülnar görüntülenmiş. ‘Merv’den Anaypazarı’na Gülnar’ adı verilen 20+513 sayfalık bu kitap, “…yaklaşık altı yıllık çalışmanın ürünü olup bugün, Toroslarda, Gülnar coğrafyasında yaşayan Türkmen boylarının olağanüstü öyküsünün yanı sıra, bu toplumun var ettiği kültürel zenginliklerin bir dökümünü de içermektedir.”
Tarih, coğrafya, eğitim, kültür, sağlık, spor, sosyal yapı, ekonomi, turizm konularını irdelenen kitapta beldeler ve köyler ayrı ayrı anlatılmış. Gülnar’dan yetişenleri, Gülnar’a hizmet verip yararlı olanları da anan Saadet Bilir, Gülnar için yazılanları da derleyip sunmuş, yetinmeyip Gülnar için önerilere de yer vermiş.
Eğitimci, araştırmacı, yazar Saadet Bilir, diğer girişimleri arasında, kökü/kökeni Gülnar’da olan, Gülnar’a gelip gitmiş, Gülnar’a ve Gülnarlılara gönül vermiş, yayla ve doğasever dostların her yıl yaz sonlarında ‘Gülnar Buluşması’na çağrılarak etkinliklere katılmalarını, bilgi, beceri ve yeteneklerini paylaşmalarını sağlamakta hatırı sayılır bir katkı yapıyor…
Kendisi, Karadeniz’de öğretmenlik yaparken tanıştığı yakışıklı yedek subay eczacı, şair, yazar Ali İhsan Bilir ile evlenir ve kocasının Akdeniz kıyılarındaki memleketi Gülnar’da yaşamını sürdürür, eşiyle birlikte. Gülnar’ın kimliğine kimlik katan bu çift, bir çift insan daha kazandırırlar insanlığa. Önce Kuzey sonra Defne zenginleştirir aile birlikteliğini ve yurttaşlık çalışmalarını. Bu iki yakışıklı ve güzel insan şimdi, eşleriyle birlikte, eğitim ve meslek donanımlarını daha da yükseltmek için Amerika’da yaşıyorlar.
İşte 33 yıl önce Gülnar’a gelin gelen Saadet öğretmen, uzman bir eğitimci ve yüksekokul yöneticisi olarak, 2005 yılı yaz ortasında Mersin Üniversitesi öğretim görevliliğinden emekli oldu. Düşmemek için, artık bir düşünür-yazar olarak, dağda, bayırda, ovada, derede bisikletin pedallarını çevirmeye devam edecek…Yaşamak ve yaşıyor olmak ne kadar da güzel ya!..
* Sürekli bisiklet pedalı çevirenlerden