NİHAT MUSTUL’UN “DOKUZ MUTLU”SU*
|Bir yörenin dününü, yaşanmış güzelliklerini, yaşananları, sonrakilere genç kuşaklara aktarmak, bunlara tanık olan duyarlı kişiler tarafından yapılır. Bir bakıma o yörenin yerel tarihi yazılır bu yolla. Emekli öğretmen, şair Nihat Mustul, Dokuz Mutlu adlı kitabında doksan – yüz yıl önceki Mut’u anlatıyor. Güreş tutulan Cumhuriyet Bayramı kutlamaları, yerel sözcük ve deyimler, atasözleri; Toroslar’da, yayladaki bitkiler; köy düğünü, askere uğurlama, yunaklık ve yunaklıkta çamaşır yıkama; tarladan toplanan pamuğun bez dokunup gömlek, don, peşkir yapılana dek yolculuğu; dağdan odun eyleme; pastırma, sucuk yapımı; solak değirmenin doktorluğu, şifa dağıtması, köy odalarının toplumsal işlevi; halvalı ekmek yemenin lezzeti, halva bulunmazsa; şehir ekmeğinin, bazlamanın içine dürülüp yenmesi, ayın olmadığı zifiri gecelerde elde çırayla sokağa gitmenin keyfi, ömrü “at avrat lafı”yla geçen Deli Nuri ve daha neler neler…
Nihat Mustul’un kitabında tanıttığı; birçoğunun tanıdığı halde önemsemediği, anlatacak, hakkında konuşacak bir yan bulamadığı sıradan insanlar. Ama yakından tanıyıp onların renkli dünyalarına girince her biri bir filozof sanki. Mal mülk düşkünü olmayan, paylaşmayı seven, emek çekip alınteri dökerek geçim döndüren, dünyaları çok zengin, yaşam felsefeleri renkli bu insanların bir kısmının, okuma yazması bile yok. Giderek birbirimize yabancılaştığımız, bireyselliğin öne geçtiği değişen dünyamıza inat, sıcak komşuluk ilişkileri, yardımlaşma, yoksul ama onurlu duruş, konukseverlik gibi güzel özellikleri olan “Dokuz Mutlu”. Geleneğin, dağın, kırın yetiştirdiği bu güzel insanlardan alınacak çok ders var.
Yazar, bu kitabıyla Mut’un yerel tarihine, toplumsal belleğine büyük bir katkı sunuyor. Kitapta söz edilen bu ilginç insanların ortak özelliği, yoksul ama mutlu ve onurlu bir yaşam sürmeleri. Sorunları ise sadece yalnızlık… “Dokuz Mutlu”yu tanıyınca yaşama, kendimize, olaylara daha farklı pencereden bakacağımız kesin. Yaşamı Çoğaltan “Dokuz Mutlu”yu yazarın kaleminden tanıyalım dilerseniz.
Boyar Hüsnü
Hem yaşamak isteyen; hem kendini ölüme alıştıran Boyar Hüsnü, özel idareden emekli. Kavgalıları, küsleri barıştıran Boyar Hüsnü, teknolojinin hızlı gelişiminden şaşkın, bocalamalar içinde…En çok da insan ilişkilerinin değişmesinden…
“Ya evinin önündeki bahçesi?..O da kendisine ayak uydurmuş sanki; duvarları yıkılmış, ağaçları bakımsız, hatta kimisi kurumuş, kimisi kurumak üzere…Küflenmiş gibi, sahibi ölüp sokakta kalmış gibi…Baykuşların gözleri yolda, ha geldi ha gelecekler…” (s. 30)
Yoksul ama dürüst halkı gözeten rüşvet almayan, Boyar Hüsnü’nün karısı öleli yıllar olmuş, kendisi de astıma yakalanmış.
“Odadaki eşyaların çoğu kendisi kadar yaşlı. Ah bir dillense şu sır yüklü kararmış toprak sıvalı duvarlar, şu zaman solgunu, iyice doşanılaşmış, (yıpranmış) üzerlerinde tozlar uçuşan halı, yorgan, yastık, battaniye, şu duvarda asılı, belki de çok az kullanılan ayna…Nelere tanık olmadılar ki…” (s. 12-13)
“Fos fos sigara, televizyon, arasıra ağzına alıp emdiği küçücük küçücük boyalı şekerler ve fısfıslar en yakın arkadaşları. Ama en yakını da sigara. Yangınına körük.”(s. 13)
Gara Sait
“Bana göre o bir filozoftu, deryaydı, ırmaktı, ovaydı, dervişti, akıl adamıydı, keyif adamıydı, dünya adamıydı, Hayyam’dı, Nasreddin Hoca’ydı…” (s. 33)
Paraya önem vermeyen Gara Sait’in içi dağlar kadar geniştir. Tahtacıyı, abdalı, Müslüman’ı, Hristiyan’ı, inananı, inanmayanı sever, evrenseldir. Hayyam’ı da, içki içmeyi de çok sever, ama içince çıldırmamak koşuluyla. “İçince çıldırır mı insan yav? Çiçeklenir, keyiflenir, zevklenir, aşklaşır.” (s. 41) Rakı içmesi ünlüdür; ama derin anlamlı akıl yüklü sözleri, hazırcevaplığı ile de ünlüdür.
“Onun felsefesi böyle, yaşamı çoğaltmak, ister beğenirsiniz, ister beğenmezsiniz. Zaten kimseye de beğenin demez.”(s. 44)
“Cehennemmiş!… Çocuğu dünyanın en ağır suçunu işlese bile, çocuğunu cayır cayır yakar mı insan? Yakmaz. İnsanlar da Allah’ın çocuğu. Allah niye yaksın öyleyse?” (s. 45)
“İşi bıraktı, ehliyeti yırttı, arkadaşları da bir bir öldü ya, arkadaşsızlık ciğerine işler, içinde ipler dolaşır, ipler boşanır…” (s. 45)
İnsanın içi temiz olmalı, herkesle ilgilenilmeli, insan olunmalı.
“Görüşler ayrı, ne güzel…Bundan iyi zenginlik mi olur? İnsanın gönlü zengin olmalı, gönlü.” (s. 48)
“Üfürükmüş, muskaymış, takunyaymış, ocakmış… Geç canım, ırmak akar, göz bakar…Bilim adamlarına inanacaksın, bilim adamlarına…” (s. 48)
Numan Ali
Üç yıl önce hanımı ölen Numan Ali, seksen iki yaşında.
“Evin içi dağ başı gibi ıpıssız, in gibi, cansız cansız, soğuk soğuk…Ne güneşin, ne de gürül gürül yanan sobanın gücü yetiyor yarım insanlı odayı ısıtmaya.” (s. 74)
Çocukları, “Gapıyı goralayıp gel,” (s.73) der. Seksen yıldan sonra ocak söndürülür mü? Onların sarayından, kendi kümesi daha başka gelir ona.
Çobanlık yapar, hayvan otlatmanın inceliklerini, halk veterinerliğini, dağ kahvesinin tadını bilir o. “Hiçbir çoban, sürüsüne aynı çanı takmaz. Eğer takarsa hep aynı sesi, yalnız davulu, yalnız sazı dinler durmadan. Değişik değişik çanları takar ki, aynı anda bütün sesleri dinler; sazı, kemanı, davulu, kavalı… İşte böylece çan cümbüşü, çan orkestrası oluşur.” (s.76)
Karısı da kendi de dağ tepe hayvanların peşinde dolaşmaktan iyice yorulmuştur.
“Ama kolay mıydı kırk yıldır bindiği eşekten inmesi? Sanki kışın yorgansız, yazın ayransız kalacak gibiydi.” (s. 83) Hayvanları satar; tarla alıp kayısı, incir, nar, zeytin diker, ziraatla uğraşır. Numan Ali’nin parmakları kırık çıkık işlerinde hassastır, çok kişiyi iyileştirir geçen zaman içinde.
“Otur, otur… Zaman mı geçiyordu bir başına? İçi yansın, ağzı hiç açılmasın…Kolay mıydı bu?” (s. 87)
Feride Garı
Yüz otuz yaşına dek yaşayacağını söyleyen, yetmiş sekiz yaşındaki kınalı saçlı Feride Garı, bu yaşına değin ne denizi; ne de Mersin’i görmüş. O, annesinin diktiği çocukluk fistanını yetmiş yıl sonra, evlerinin köşkünün altında dürülü bürülü bulunca; “Çocukluğum kokulu, çocukluğumdan galmış solmuş, gırılmış ilk fotografım gibi…” (s.92) diyor.
Nişanlısı Durmuş, daha zengin biriyle evlenince yaralanmış, yüreğinin yangısını söylediği için babasından çok dayak yemiş. “Garadan olur gözlerinin sürmesi / Sarıdır sarkar göğüs düğmesi / Zor olur sevdiğini el elinde görmesi / Eli elinde görmeden iyidir ölmesi…” (s. 97) “Gancık türkü mü söyler, gocamanlık gız bağırarak türkü mü söyler?..” (s.100) Ne söyledi, neden söyledi diyen yok. Karşılıksız aşklar yaşayan, lavlarını içine akıtan yanardağlar gibi, aşklarını dile getiremeyen, bu aşkları türküleştiremeyen kadınlar, ağıtlar yakmıştır hep. Onlardan Karacaoğlan, Emrah gibi âşıkların çıkmayışı toplumun kadına bakışındandır diyor yazar. Yıllarca içindeki çağlayanı dindirmek için çağlamış, çağlamış. Otuz beşine gelene değin kimse ile evlenmeyen Feride Garı, çok yoksul biriyle evlenip başka köye gelin gider, hem de kapısında goca davıl çaldırarak. “Aşk ölünce yüreğe gömülürmüş ya, o da aşkının mezerini yüreğinde götürmüş.” (s. 103)
Saçı uzun gelin mi olur diyerek upuzun zülüfünü kesmişler, “Golay mı gapımın önündeki asırlık yemyeşil ağacın bir anda kesilmesi?” (s. 104) diye anlatır bunu. Kadınsan yarımsın. Haklı olduğu bir konuda kocası suratına bir tokat atmış ki, her yer kan içinde. Dayak kocaların elinden çıkma.
Feride Garı’nın aşkı için yazar, “Bir ömür kapanmayan dev bir yara. Söğütözü koyaklarındaki kır çiçekleri kadar saf. Her mevsim yeşil. Yuvarlanan kartopu. Acılarla yaşamın çiçek çiçek çoğalışı…” (s.116) diyor.
Gök Durmuş Garı
Yoksulluğu, yaşamı paylaştığı, iyilerin iyisi kocası öleli otuz beş yıl olmuş, gencecik oğlu, ardından eniştesi ölmüş. Kızı yeniden er alınca, torununu okutmak için Mut’a gelmiş on dört yıl önce. Makarnayı bile Mut’a gelince görmüş, şimdi seksen beşinde. Hazırcevap, güzel yakımlar yakıverir hemen. Sırtına çocuğu sardığı, davarlıkta davarı sağdıktan sonra sırtına ‘bir yük kıyık’ yüklendiği günler…Vay…
“Köyün saatleri kocaman kocaman kayalardı. İnsanın gözleri bu kayaların gölgelerinde olurdu Gölge bir yere geldi mi, kadınların davar sağmaya gitme zamanı gelirdi.” ( s. 122)
En iyi ilacın kök boya, kekik suyu, tatlı hamur olduğu yıllar…Sabahları, akşamdan kalan yemeğin ya da cıvık pilavın yendiği, çayın bilinmediği, çay bardağının olmadığı, ‘gara hekim denen pekmezin yendiği yıllar…
Gasap Musa
Elli beş yıllık kasaplığı boyunca yüz bine yakın hayvan kesen Gasap Musa’nın farklı, örnek yaşamı. “Parası çok olursa hacca mı gidecek sanki? Parası çok olanlar da ölüp ölüp gidiyor işte. Doğruluktan, dürüstlükten daha güzel ne var ki şu dünyada. Elli yıl düzenbazlık yap, cebini haksız parayla doldur, saçların ağarınca da “Allah’ım beni affet” de kurtul! Bir kişi bile çıkıp ‘Gasap Musa kötü adam’ dese, ne değeri kalır insan içine çıkmanın. Cebine hiç haksız para girmemiştir onun. Çocukların Musa dedesidir o, şimdi seksen yaşında.” (s. 164)
Hüseyin Ataseven
“Hepimize çok yakın birisi o, daha doğrusu bizden birisi, halk adamı, örgütçülüğünü hâlâ sürdüren eski bir örgütçü, alçakgönüllü, kimseye tepeden bakmayan, paraya pula pek önem vermeyen, eski, toprak damlı evinden başka hiçbir malı mülkü olmayan, ama gönlü varsıl, apak saçlarına rağmen hâlâ koşturan birisi, hem demokrat, hem ‘herkes benim gibi düşünsün’ diyenlerden değil, durmadan eleştirip hiçbir iş yapmayanlardan hiç değil…Koca Mut’ta son örnek sanki…” (s. 170-171)
Orman koruma memuru olarak gittiği köylerde halkın ezikliği, yoksulluğu, cahilliği, çaresizliği onu çok etkiler. Haksızlığa dayanamaz. Bu nedenle de sık sık görev yeri değişir.
Emekli olduktan sonra da şeftali bahçesi ile ilgilenir.
Horaz Hasan
Köylüler, horozların ötüşüyle birlikte dağa, kaçak kesime gider. Bunu bilen Horaz Hasan, bir gece yarısı horoz gibi ötmeye başlayınca köylüler sabah oldu sanarak dağa gider. Uzun süre çalışırlar, bir türlü sabah olmayınca Horaz Hasan’ın şakası olduğunu anlarlar.
“Gelmiş gelmiş, en köşeme oturmuş galan. ‘Yahu galk’, galkmaz, ‘galkarsan ho sekiyi veririm’, gene galkmaz, ‘dee honu da veririm’, bir türlü galkmaz, ‘ulen bir çift öküz de vereceğim’ gene gıpırtı yok, ‘suyun başındaki yemiş bahçesini de vereceğim!’, umurunda değil…Böyle inatlık mı olur arkadaş bee!?..
Birisi sorar:
“Kim bu galkmayan Hasan Emmi?”
“Gocalık guzuuum, gocalık!” (s. 213)
Hastalanır, tedavi olduğu hastanede çok bitkin olduğu halde çalışanlara maskaralık yapmaktan geri kalmaz. Hastane tuvaletinin kapısına upuzun yattığını gören hemşire yine şaka yaptığını sanır. “Tuvalette gelen kalp krizi, kendisi pek gülmeyen, ama güldürü dağları yaratan o eşsiz insanı oraya göçürmüştür.” (s. 214)
Bayram Usta
“Gezdiği yerlerin bütün güzelliklerini içinde toplamıştı ki, öldükten yıllar sonra bile, ‘Mut Çukuru böyle bir adam görmedi daha’ dedirtiyordu kendisine.” (s. 222)
“Engin bir deniz gibiydi, soylu bir bilgeydi, ustaların ustasıydı, karıncayı incitmezdi, ehli keyifti; pırını pırtısını bir topal eşek götürürdü, ama keyfini bir Man kamyon götüremezdi. İnsalcıl, hatırnaz, okuması yazması yok ama çok okumuştan öndeydi.” (s. 222-223)
“Onu sıra dışı kılan kültürü; enginliği, hoşgörüsü ve yaşam biçimiydi.” (s. 223)
Gittiği köylerde suya yakın yere kurduğu su geçirmeyen teke kılından çadırına, sohbet edip kahvesini içmeye kimler gelmezdi ki, savcılar, hakimler, kaymakamlar…
Gümüş kaynağı yapmasını kendisine öğretmesini isteyen arkadaşına, “Bu sanat benimle mezara gidecek diye çok korkuyordum. İyi ki sordun. Bu memlekette bir kişi bile sormadı bunu bana. Bari sana anlatayım da bir kısmı dünyada kalsın, hepsi benimle gitmesin.” (s. 225) demişti.
Nihat Mustul’un, Dokuz Mutlu’daki “Yaşamı Çoğaltanlar”ı tanırken Mut kültür ve geleneklerini, gündelik yaşamı da öğreniyoruz. Yazar, renkli ve ilginç portreleri şiirsel bir dille, akıcı biçemiyle anlatırken bu kentin kimliğine de ışık tutuyor.
Tanıtım Yazısı: F. Saadet Bilir, İçel Sanat Kulübü, Kasım-Aralık 2006, Sayı: 148, Yıl: 17, Sayfa: 25-27
Kitap Künyesi: Dokuz Mutlu (Yaşamı Çoğaltanlar), Nihat Mustul, Çalı Kültür Sanat Dergisi Yayınları, Konya, 2006